Bizi Arayın

+90 (530) 230 22 10

Çalışma Saatleri

10:30 - 21:30

Yaşam Amacınızı mı arıyorsunuz?


Hayatta bir amaca sahip olmak, zorluklarla başa çıkma kapasitemizi artırabilir. Bu aynı zamanda anlama dayalı bir psikoterapötik uygulama olan logoterapinin (anlam terapisi) temelidir. Bu yazıda sizlere; logoterapinin günümüzdeki kullanımlarına bakarak kendi yaşam amacınızı bulmanıza yönelik bazı fikirler sunmaya çalışacağım. 

 

Hayatlarımızda her birimiz biricik yaşam amaçlarımızı bulmak için çabalıyoruz. Bunun için okullar okuyoruz. İşler değiştiriyoruz. Ülkeler geziyoruz. Buna karşın, eğer bireysel bir aydınlanma gelmezse, varoluşsal hüsran ve hayal kırıklığı  yaşayarak şimdiye kadar yaptığımız bütün tercihlerimizii yeniden ele alıp sorgulamaya başlıyoruz.

 

Bazılarımız, tam olarak yaşamdaki varoluş amacının ne olduğunu hissedebiliyor. Örneğin; bunlar öğretmek, rehberlik etmek, sevinç yaymak, yardım etmek, liderlik etmek, şifa yaymak, hayatları kurtarmak gibi çeşitli  yaşamsal görevler olabilir. Bu yaşamsal görevler, kişinin varoluş amacına hizmet eder ve kişiye her adımda yenilenmiş enerji ve karşısına çıkan yaşamsal engelleri aşmasında  ihtiyacı olan “ruhsal/ manevi gücü” sağlar. 

 

Bazılarımız, duygusal ve zihinsel olarak büyüdükçe hayattaki amacımızın değiştiğini fark edebilir ve bu nedenle bize canlılık veren yeni hedeflere uyum sağlarız.

 

Bir yaşam amacına sahip olma veya olmama durumu; zihinsel ve fiziksel sağlığımızı ve iyi oluşumuzu da etkileyebilir. Son bir çalışma, belki de sezgisel olarak, hayatlarında amacını bulduklarına inanan bireylerin daha doyumlu bir hayat sürmesinin yanısıra uyku kalitesinin de yükseldiğini göstermiştir. 

 

Yaşam amacımıza uygun yaşadıkça, vücudumuzun stresle ilgili yaşlanma süreçlerinin daha yavaşladığını öne süren araştırmalar olmuştur. Bu nedenle, yaşam amacına sahip olmak ile uzun ömür arasında pozitif bir korelasyon olduğu söylenebilir.

 

Logoterapi; anlam odaklı bir psikoterapi ekolü olarak , insanların hayatlarını anlamlı kılan şeylere daha fazla farkındalık kazanmalarına yardımcı olmayı hedefler. Böylece kişiler; yaşam kalitelerini etkileyen engelleri daha kolaylıkla aşabilirler. 

 

Logoterapinin kurucu babası Viktor Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında şöyle yazmıştır: 

 

"Bir  insandan her şey alınabilir, ama bir şey hariç:-insan özgürlüklerinin sonuncusu olan- belirli bir durumda tutumunu seçme özgürlüğü, kendi yolunu seçme özgürlüğü."

 

SORUN ÇÖZME VE  İYİLEŞME YÖNTEMİ OLARAK LOGOTERAPİ: 

 

Logoterapi, Viyana’da "psikoterapinin üçüncü okulu" olarak bilinmeye başladı ve  ilk ve ikinci okullara alternatif olarak Viktor Frankl tarafından kuruldu. Logoterapiden önceki okullardan ilki psikanalizi kuran Sigmund Freud'un “haz instenci”ne  yönelik psikoseksüel teorilerini içeren Psikanaliz, ikincisi ise  “aşağılık kompleksi” kavramı etrafında dönen Alfred Adler'in okuludur. 

 

Frankl'ın terapi ekolünde kullanılan en önemli tekniklerden ikisi “paradoksal niyet”( çelişkili niyet) ve “derefleksiyon”(düşünce odağını değiştirme)dir. 

 

Paradoksal Niyet: (çelişkili niyet/tersine niyet) : Bir şey hakkında o kadar endişeliyizdir  ki sonrasında endişe kaynağımız hakkında da  endişeleniriz. Böylelikle bir çeşit “kaygının kaygısı” dediğimizi durumu yaşarız. Özelikle obsesif kompulsif  bozukluk, fobi gibi durumlarda paradoksal niyet (tersine niyetlenme) kullanılmakta ve adeta zihin bir anlamıyla “ters köşe” yapılmaktadır.

 

Frankl, bu kısır döngüden uzaklaşmamıza yardımcı olmanın bir yolu olarak, ne kadar karşıt görünse de, kaygının kaynağına maruz kalmayı önermiştir. Daha anlaşılır bir tabir ile terapi esnasında kişi kaçınma yaşadığı durumu bilerek  istemeye ve arzu etmeye çalışarak zihnin kaçınma durumu devredışı bırakılmaktadır.  

 

Derefleksiyon yöntemi; başka bir kısır döngüyü kesmeye çalışır:  bir şeyi başarmak istediğimizde o kadar odaklanırız ki kendimizi artan miktarda strese sokarız, bu da o hedefe ulaşma olasılığımızı azaltır. 

 

Derefleksiyon (düşünce odağını değiştirme); Ruminasyon dediğimiz aşırı dikkat ve aşırı düşünme(overthinking) durumlardaki kaygı kısır döngüsünü kırmayı amaçlar.

 

Bu durumda, Frankl öncelikle konuya bir miktar öz-uzaklaşma yaşanması gerektiğini bu öz-uzaklaşma ile kişinin mevcut sorununa bir miktar mesafe katarak objektivite kazanabileceğini söyler. 

 

Logoterapiyi  Gündelik Yaşamımızda Nasıl Uygularız? 

 

Sorunlara aşırı gömüldüğümüzü ve sorun ile kendi varlığımızı bir ve aynıymış gibi algılamaya başladığımızı fark ettiğimizde sadece bir mola verebiliriz. Takıldığımız ve yerine getirmeye çalıştığımız görevi, amacı yahut düşünceyi çok zorlamaya çalışmayı bırakabiliriz. Odak noktamızı kendimizden ve sorundan farklı daha pozitif bir alana çekebiliriz. 

 

Böylece kendimize bir tür uzaklık hissi kazanarak üzerimize koyduğumuz “aşırı baskı”dan uzaklaşabiliriz.

 

Bu anlamda bu öz uzaklaşma yöntemi bizi; duygu ve düşüncelerimize karşı da” gözlemci” konumuna getirir. Logoterapi seanslarında kişinin öz uzaklaşma ve öz aşkınlık (transendance) kapasitelerini devreye sokabilmek ve bu kapasiteleri arttırabilmek iyileşme yolunda önemli bir adımdır. 

 

Özelikle kinini kendini hastalığı ile yahut duygusu be düşüncesi ile bir tuttuğu soruna yahut hastalığa fazla gömüldüğü durumlarda bu gözlemci hal kişiyi sorunların üstüne çıkabilecek bir kapasitesinin olduğu bilincine getirir. Duygu ve düşünce “gözlemci” olarak danışana yeniden “fenomenolojik” olarak tarif ettirilir.

 

 Örneğin: “Şu an ben kaygılıyım. Ancak kaygının kendisi değilim, kaygı benim bir yanım ancak ben kaygıdan ibaret değilim” yahut Şu an bunu düşünüyorum ancak ben bu düşüncenin kendisi değilim. Bu düşünce gelip geçici. Ben bu düşüncelerden daha büyük ve kapsayıcıyımşeklinde kendi duygu, düşünce, algı ve bedensel duyumlarımızı bir gözlemci olarak tarifleme yolu ile sorunlarımıza mesafe katabilmeyi öğrenebiliriz. 

 

Yine aynı yöntemi beden duyumları için de kullanabiliriz. Mesela bedenimizde bir ağrı hissettiğimizde, bu ağrıyla kendimizi identifike etmek (tanımlamak/özdeşleştirmek) yerine “ağrıyı tarifleme”yi  öğrenebiliriz. Bunu yaparken özellikle 5 duyumuzu kullanabiliriz. Örneğin: “Bu ağrının bir rengi olsa olurdu? Bir şekli olsa nasıl olurdu, bir sesi olsa nasıl olurdu? Yahut bir kokusu olsa nasıl olurdu?” Bu gibi sorularla bedenimizde hissettiğimiz durumlarla kendimizi özdeşleştirmeden, tanımlamadan sadece “tarif ederek” ağrımıza gözlemci olabilmeyi ve onu kapsayıcı bir biçimde üstüne çıkabilmeyi öğrenebiliriz.

 

 Elbette bu yöntemlerin hepsi bir miktar pratik gerektirir ve biraz ustalaşma gerektirir. Kendi yaşamımızın, duygu, düşünce, algı ve duyumlarımızın ustası olabilmek için de gündelik alışkanlıklarımıza logoterapi pratiklerini getirmek ve tekrar etmek gerekir. 

 

Unutmayın; İnsan; kendi yaşamının mimarı olabilecek kapasiteye sahip tek canlı türüdür. 

Uzman Psikolog Ebru Özer